Sabahın dördüydü; o bana yazmayınca ben de kendi kendime yazmakla yetinmeye çalışıyordum. Bu biraz yalan oldu şimdi; çünkü arada onunla konuştum, tatlı cümlelerine kulak verdim. Nedense gece her şey bana daha tatlı geliyor, karanlık, müzik, soğuk ayaklarım.
Onu düşünmek, onunla konuşmak hoş bir şeydi; sizi kendi enerjisiyle dolduruyordu. Benim tüm sorgulamalarıma, anlam parçalamalarıma rağmen hala tutunacak bir şeyler olduğunu gösteriyordu bana.
Rastgele bir sayfa çevirdim ve karşıma “Yi Çing” çıktı. Çin işlerinden, hele mistisizmden pek anlamazdım. Gerçi onların hakkında çok şey okumuştum, çok şey biliyordum ama dediğim gibi - pek anlamazdım.
Sorun şu ki, aylar öncesinden dine arkamı dönmüş kendime yönelmişsem de O’nunla konuşmaktan alıkoyamıyordum kendimi ara sıra. Fark etmeden ufak bir şeyler diler, onlar ardından hemen gerçekleşince de şamar yemiş bir oğlan gibi suskun otururdum.
İnsanlar birbirine iyi davranmakla yükümlüydü, gerçekten de öyleydi. Çünkü birine yardım etme imkanınız varsa ve bunu kullanmadıysanız, o kişinin başına gelebileceği her durumdan siz sorumlusunuzdur. Ben buna inanıyordum.
Biramı kaptım ve penceremin bir köşesine oturdum, tam çerçevenin üzerine, bir ayağım dışarda, bir elimde biram karanlığı seyrediyordum. Ağaçlık tarafa bakıyordum; ama hiçbir şey görülmediğinden karanlığın içinde ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyordum. Aynısı birebir insanlar için de geçerliydi; hatta gecenin en karanlık olduğu anda herhangi bir insanda bulabileceğinizden de fazla ışık bulabilirdiniz. Karanlık ürkütücüydü, soğuktu, içine girdiğinizde etrafınızı sarmaya başladıktan itibaren boğuyordu sizi tüm gücüyle. Görmediğiniz bir şey içinde, görmediğiniz kalplerde zindanlara kitlenip aç bırakılıyordunuz.
Günlerimde henüz değişen bir şey yoktu, belki de bu iyiydi…