Şehre döndüğümden beri ilk kez yürüyüşe çıkıyorum, hava aldatıcı bir şekilde güneşli, ben esintiden üşüdükçe ayaklarım daha da uzaklaşıyor başladığım yerden. Oysa ben de zaten biliyorum hiçbir adımın geriye doğru dönmediğini.
Pis sakallarım sırıtıyor ben yürürken, araba camlarına baktıkça sert bir tavır takınıyorum; çünkü mutlu bir surat hiç yakışmıyor böyle pis bir sakala. Yansımaya gülüyorum, daha da komik bir tezatlık oluşuyor, yürümeye devam ediyorum.
Niyeyse her yürüyen aynı; yalnız. Hepsi eli cebinde önünü gözleyerek yürüyor. Sanki hepimiz konuşmaya dahi gerek duymadan içimizdeki tüm perişanlıkları, hayattan geri durur taraflarımızı aynı duruşa yuvarlıyoruz. Görsek de hiçbirimiz birbirimize bakmıyoruz.
Muzaffer Tayyip Uslu’nun şiirlerini okudum yolculuk boyu, ölümle ilgili şiirlerini. Ve şimdi karşımdaki bulutlara bakarken daha önce hiç böyle bir bulutun görülmediğini kanıksıyorum. Böyle parçalar hiç bu şekil bir araya gelmedi. Uslu, bu bulutlarla selamını asla buralara taşımadı.
Ne tuhaftır ki yanıma doğru yaklaşan kızın silüetini görüyorum, ayak seslerini duyuyorum; ama hiç önümden geçmiyor bu kız. Göz açıp kapayıncaya kadar sanki yürümemişçesine var olmadan yok oluyor.
Biraz ölümü düşünür gibi oluyorum, sonra düşündüğüm şeyi bir de buraya yazarak kağıda haksızlık etmeyeyim diyorum. Ne kadar da yakındım çöküşe, daha hiçbir şey olmamışken her şeyi kabullenerek. Düşüşün acısı ve bulantısıyla nasıl uyudum geceleri inanın bilmiyorum. Bir kere uçurumu ayağınızla yokladıktan sonra dibi yoktu karanlığın.
Ah, nasıl da hoşuma gidiyor aydınlık.