Bulutlara bakıyordum, türlü hikayelerle geliyorlardı dört bir yandan. Bambaşka şeyler anlatıyorlardı, kambur kumbur, yuvarlak, yusyuvarlak.
Esas mesele bu değildi; ağzımızdan çıkan buharların topluluğu, elle tutulamayacak bu şey bile güneşi yansıtıyordu. Altın rengi parlaklığıyla bizle alay ediyordu. Böyle zamanlar durup da şöyle hayal ederdim, derdim ki; nefes verirken bir şeyler eksiliyor insanlardan, bir fabrika bacasından çıkan duman gibi sürekli işleyen vücuttan yükseliyor. Ama bu çıkan buharda sudan fazlası var, sanki bir ruh gibi hareket ediyor havada, benden bir şeyler götürüyor, dans ediyor.
Tüm bu insanlardan çıkan ruhlar bir araya gelip bizlere bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Zaten bildiğimiz şeylerdi bunlar; fakat dinlemeye kulağımız pek açık değildi.
İşte ben de, yoğun bulutların toplandığı zamanlar, anlattıkları hiçbir şeyi kaçırmamak için dışarı çıkar, onları izlerdim, bulutları, kendi hayaletimi…
Ve işte ben, tam bunları düşündüğüm, bulutların da kiloyla ölçülmesi gerektiğine kanaat getirdiğim sırada, gelmiş bana “sakın beni özleyeyim deme, zaten özlesen ne yazar, duyguların bir ağırlığı yok ki dünyada” diyor.
Peki ya bu yüzden mi yerin dibine gömülmüş gibi hissediyorum küçük hanım?
Çünkü; ellerim, kollarım, aşkla, öfkeyle, kederle liğme liğme ediliyor. Kat ve kat üzerime binen yükün altında, nahoş bir duygunun sarhoşluğuyla, eziliyorum. Gıkım çıkmıyor ama, ona bunu söyleyemiyorum, “peki, özlemem” diyorum, demekle de yetinemiyorum. Yarım kalan cümlelerim, kendilerini bitirmem için hep peşimden beni kovalıyor.
Ve işte yine ben, gökyüzündeki bulutların yaklaşık olarak bir düdüklü tencereye sığabileceğini düşünürken, buharın hayaleti, ruhumun hayaleti, onun hayaleti, geçmişin hayaleti, hep beni kovalıyor…