Kalbinizi donduracak derecede olan soğuktan kaçarak uzaklaşın, doldurduğu her tarafı ince ama mükemmel bir buz tabakasıyla kaplayacak.
Ellerinizden, ayaklarınızdan hissedeceksiniz ruhunuzun yavaş yavaş soğuduğunu…
İçim ürperiyor adeta, soğuktan titriyorum, görünmez soğuktan. Bir kalorifer peteğine sırtımı dayamış, bakıyorum dünyaya, en zavallı, en masum olabilirdim sanki. Gelecekler çarpıştı geçmişte, yol verdi zamanın tüm yankılarına.
Hem uykusuzum, hem üşüyorum, hem de battaniyemin yazlık evde kalmış olmasından dolayı sinirliyim. Yazmak insana en çok yakışan şey, yaz dostum, her ne kadar saçma olursa olsun.
Beni bu yazdıklarımdan ziyade esas meşgul eden konu sanki yaratıcılığımın çıkmaz bir sokağa girmesi. İnanılmaz tıkalı hissediyorum, ah bir bulabilsem aklımın tıpasını; onu bir daha kapanmayacak şekilde sonuna kadar aralamak isterim.
Bir keresinde yazdığım bir öyküde şöyle söylemiştim: “Ot gibi yaşıyoruz adeta, dış dünyayla alakamızı o kadar çok kesmişiz ki yalnızlığımızdan biçare içimizde olup biteni tüm bir dünyaya yaymaya çalışıp adına hayat diyoruz.”
Hala böyle hissediyorum, Nietzsche falan diyecek olursanız hiç başlamayın bile, pek bir yardımı dokunmadı. Gittikçe uzaklaştığımı hissediyorum kendimden, değişimin farkına vardığımdan beri endişeliyim. Uyurken bambaşka bir evrende, bambaşka bir vücutta hissediyorum kendimi. Gözümü açar açmaz şaşırıyorum sahip olduğum ellere.
Eskiden bana sorsanız insan vazgeçilmesi gereken bir şey derdim; ama şimdiyse ona ne zaman sahip oldum ki diye soruyorum. Her şeyi yanlış anlamış olabiliriz ama bir dünyayı kaybeden yeni bir dünya kazanır kendi kapılarının ardında. Ve her kalemimizden çıkanlarda inanılmaz dünyalar vardır; düşünceleremizin varoluş düzeyine çıktığı yaşam biçimleri. Kelimelerime çocuklarımmış gibi bakıyorum. Hafif eğimli duruşlarındaki asalet beni coşturuyor, inanmaya başlıyorum yazılı dünyalara.
Yaşayacaksın bu hayatı, hem de boynunu bükmüş çiçeklere aldanmadan.