dalgasına

Söğüt ağacında sallanan çocuk

Bir günlük de olsa bisikletimi kapıp doğanın o dizginlenemez vahşiliğine atılabildiğim için çok mutluydum. Yaklaşık iki saate yakın yan şehrin etrafını gezdikten sonra biraz ara vermem gerekti; doğrusu epey susamıştım ve kendimi su içmeden gezimi tamamlamaya zorluyordum.

Bisikletimi kenara çekip bir parkın yanında hafifçe güneş olan bir banka oturdum ve çantamdan Sabahattin Ali’nin öykü kitabını çıkartacaktım ki; hemen biraz ötede koca söğüt ağacının önünde duran çocuk bütün dikkatimi kendisine çekti.

Annesi ağacın önünde çimenlerin üzerine oturmuştu. Sanki bir filmin geri sarılışına tanıklık edermişçesine etrafımdan bütün sesin bir anlığına yok oluşunu hissettim.

Anne çocuğun suratına bakıp gülümsüyordu, annenin o ışık vuran yüzündeki gülümseme sanki güneşin görevini elinden almış gibi o an ordaki her şeyi aydınlatıyor, ısıtıyordu.

Bu dayanılmaz sıcaklığa maruz kalarak kitabımı yanıma koyarken koca söğüt ağacının önünde durmakta olan, belki beş yaşındaki, çocuk bir anda yerinden fırladı ve beni şaşkınlıklar içinde bırakarak söğüt ağacının salkımlarını eline kavradığı gibi ayakları yerden kesilerek bir o yana bir bu yana sallanmaya başladı.

Bu ufak çocuktan hiç böyle bir şey beklememiştim. Çocuk gülücükler saçarak yükseliyor, artık dayanamayacağı bir noktaya gelince de yere kendini fırlatıyor ve hiç beklemeden tekrar sallanmaya başlıyordu.

O an adeta büyülenmiştim, eski zamanlardan yavaşça kulağıma fısıldanan anılar karşısında epey çaresiz bir şekilde yerimde hareket edemeden sadece çocuğu izliyordum.

Annesiyse birkaç sallanıştan sonra çimlere sırtı boyunca uzandı. Yüzündeki gülümseme bu sefer farklı bir tona geçmişti, daha sarıydı sanki ve bakanlara hayatın o saklı kalmış sükûnetini aşılamaya başlıyordu.

Çocukla annesi parktan ayrıldıktan sonra ne kadar daha yerimde kaldığımı inanın bilmiyorum. Çocukluğun o neşeli şarkıları yavaş yavaş seslenmeye başlamıştı ve ben ancak epey sonra, okuyacağım bir öyküde kendimi bulacağımı fark etmiştim.