dalgasına

Yürüyüş

Gerçekten de ot gibi yaşıyoruz bazen; etrafımızda olup bitenlerden o kadar uzak kalıyoruz ki kendi içimizi bütün bir dünyaya dağıtmaya çalışıyoruz.

O gün de daha haftanın hangi gününde olduğumu bilmeden sahile inmiş, arkadaşlarla kuma uzanmış oturuyorduk. Zaten yazın sonlarına geldiğimizden bizim tayfadan kimse kalmamıştı.

Tek erkek olarak oturmaktan sıkıldım bir süre sonra ve ayağa kalkıp “ben gidiyorum” dedim.
“Nereye?”
“Sahil boyunca herhalde biraz yürüyüp gelirim.”
“Ee biz de gelelim o zaman.”

Ayağa kalkıp geride kalan eşyalara göz ucuyla baktıktan sonra arkamdan gelmeye başladılar. En azından biraz huzur bulabileceğimi sanmıştım.

Çıplak ayaklarımla ve altımda duran mayodan başka bir şey olmadan sanki bir fırının içinden yürüyor gibi her adımda terliyor ve ara sıra denize atlayıp serinlemekle kalmıyor, yanımda yürüyen arkadaşlarımın sıkıcı konuşmalarını bölmek için de üstlerine doğru koşarak ayağımla denizden su sıçratıyordum.

Kısa bir süre sonra, tek bir kuru mayo kalmadığında, kızlar dönüş yolunu gözlerinde büyüterek daha fazla yürümemeye, geri dönmeye karar verdiler. Hayır ama, ben daha dönemezdim.

Biraz daha yürüyeceğim diye onları geride bırakarak dosdoğru yoluma devam ettim.

Karşıma voleybol ağları, taş iskeleler, kırık şezlonglar, güneşlenen kızlar, bir sahilden bekleyebileceğiniz türlü türlü her şey çıktı. Fakat esas tuhaf bir yere vardığımı anlamam etrafımda gördüğüm insanların giderek azalmasıyla başladı.

Ne kadardır yürüdüğümü bilmiyordum ama artık etrafımda evler de kalmamıştı. Basit renklerle boyanmış, sade bir plaj tablosunun içinde buruşturulmuş bir şekilde pek de tanımlanamayan bir insan silüeti gibi, tobloda tam da bulunmam gereken yere, fırçanın tuvale dokunduğu yere yürüyor gibi hissediyordum.

Kısa süre sonra etrafımda deniz, kum ve gökyüzünden başka hiçbir şey kalmamıştı, iki renk krallığa varmıştım sanki. Ne tuhaftır ki şehre paralel hareket etmeme rağmen, denizin karşısına, yolun sağ tarafına doğru baktığımda da alabildiğine uzanıp ufukta kaybolan bir kum yığınından başka bir şey görünmüyordu. Belki de artık dönsem daha iyi olacak diye düşünürken güneş perdeler arkasına çekilip yerini vücudumun ıslak yerlerini yalayan tatlı bir esintiye bırakmıştı. Tam da bu esnada geriye doğru bakıp, bu kadar ilerlemişken geri dönemeyeceğime karar verdim.

Sanki bir mimarın kaleminden çıkma bir şekilde önümde uzanan sahil ve deniz ilerledikçe ufuk çizgisine doğru birbirine karışarak tek bir noktada toplanıyordu.

Bundan zevk almaya başlamıştım, belki arkadaşlarıma göstermelik bir iki deniz kabuğu toplayabilirdim.

Hafifçe yere eğildim, ara ara güneş altında altın rengiyle parlayan kumlar arasında simsiyah bir taş dikkatimi çekmişti. Sağ elimle uzanıp taşı almaya çalıştım ama bir tuhaflık vardı; taşa uzanamıyordum. Daha doğrusu sağ kolum yerinden oynamıyordu; daha doğrusu sağ kolum yerinde yoktu.

Gerçi sol taraftan bakacak olursanız çok da önemli değildi, kolumun yerinde olmadığını görem kimse yoktu. Bunu arkadaşlarıma bir şekilde açıklayabileceğimden emindim, çok telaş etmezlerdi herhalde. Sol elimde uzanıp kumun içinden siyah taşı aldım, bu bir kömür parçasına benziyordu. Avucumun içini tamamen leke içinde bırakmıştı. Kömürü denize fırlatıp yoluma devam ettim.

Sol elim pis bir haldeydi, elimi suya sokup temizlemek istedim; biraz denize doğru yürüdükten sonra sol elimi suya derince daldırdım ve çıkarttığımda bu sefer sol elim de yerinde yoktu. Belki suyun içine düşmüştü; fakat suya dalıp da kolumu bulacak mecalim kalmamıştı. “Neyse, kaderde böyle varmış” deyip sahilde yoluma devam ettim.

Ben kumsal ve denizin birleştiği noktaya yaklaştıkça benden bir şeyler eksiliyor, sanki kuma karışıyordu. Bu durum gözümle devam etti, sonra kulaklarım ve ağzım yok oldu. Sanki kafamdaki ağırlık uçup gitmişti. Ayaklarım yerindeydi ama, üzerine bastığım kumun sıcaklığını hissedebiliyordum.

Ne kadar zaman sonra ayaklarımı da hissetmez oldum, yürümüyordum artık, sadece ilerliyordum. O an sonunda ilerdeki o tek noktaya vardığımı anladım.

Görünürde hiçbir şey yoktu, ne önümde uzanıp giden bir yol, ne de üstünde yürüyebilecek bir çift ayak. “Ne büyük hayal kırıklığı” diye geçirdim içimden.

Siyah, hatta siyahın da ötesinde, kapkara bir boşluğun içinde süzülüyordum. Yalnızca öyle olduğunu hatırladığım kendi sesimle beraber yankılanmaz kelimelerin uğultusuyla kafa buluyor, arkadaşlarıma, insanlara, tüm insanlığa bir savı kanıtlamaya çalışır gibi yoluma devam etmeye çalışıyordum.

Uzun bir süre, sonsuzluğun sonuna doğru bağırdım durdum. Ne kadar devam etmek istesem de enin sonunda her şeyin sona erip tekrar başlayacağını saptırılamaz bir sezgiyle biliyordum. Sesim de kısılarak nihayet beni bırakmıştı. Benden ne kalmıştı ki geriye hala ben diyebiliyordum?

Arkadaşlarımın eğilmiş bana bakarkenki yüzlerini gördüm, başıma güneş mi geçmiş neydi, bir an için olmamanın hayalini kurmuştum.